30 Haziran 2018 Cumartesi

Keyifle İzlenecek Dizi Önerisi : What’s Wrong With Secretary Kim? (Why Secretary Kim ?)

flmafisi  İki senenin ardından beni yazmaya teşvik eden yeni bir dizi oldu. Yazıyı bitirdikten sonra giriş cümlelerim bir önceki postumla aynıydı. Seneler sonra yine aynı   cümleleri kuruyorsam iki sene beni hiç değiştirmemiş demek ki.

  Benim gibi siz de artık kolay Kore Dizilerine adapte olamıyorsanız,  boş vaktinizin büyük kısmını Youtube videoları izleyerek geçirip yine de ara sıra Kore dizilerine şans veriyorsanız, o zaman What’s wrong with Secretary Kim? dizisine bir göz atın derim.

Konusu: Sekreter Kim Mi Soo, 9 sene boyunca çalıştığı işinden istifa eder. Yöneticisi Lee Young Joon, istifasını başta ciddiye almasa da sonunda Kim Mi Soo’nun vazgeçmeyeceğini anlar ve istifasından vazgeçirmenin yollarını aramaya başlar. Lee Young Joon, kendini çok seven ve dünyadan daha mükemmelinin olmayacağını inanan biridir.Her sabah kendine ne kadar hayran olduğunu düşünür. Mükemmelliyetçiliği ve kendini beğenmişliği yüzünden çevresindeki insanların duygularına önem vermez ve bu durum yıllar boyunca yanında çalışan Kim Mi Soo’nun hayatını Lee Young Joon’un düzenine göre yaşamasına neden olmuştur.

  Başrol oyuncuları favori oyuncularım arasında olmasına rağmen, fragmanını ilk izlediğimde bende bıraktığı etki vasat bir dizi izleyeceğim yönünde olmuştu.ilk bölümü izlerken kızın neden işinden ayrılmak istediği sorusunun cevabını arayarak geçireceğiz diye düşünmüştüm.Neyse ki bu fikir 2. bölümle tamamen değişti. Narsist ve sevmeye yeteneksiz Lee Young Joon’un kendince, karşı tarafa hissettirmeden önemsediğini fark etmeye başlıyorsunuz izledikçe. Park Min Young ile Park See Joon’un uyumu çok güzel gerçekten.  Dizide hem arkadaşı hem de çalışanı olan Park Yoo Shik ile Lee Young Joon’un sohbetleri de renk katıyor bölümlere. Komedi ile romantizmin çok güzel harmanlandığı, klişelerden uzak diyemesem de bölüm sonlarıyla izleyicileri şaşırtmayı başaran bir dizi.



5 Eylül 2016 Pazartesi

BIGBANG - CNN INTERNATIONAL RÖPORTAJI

Facebook' da dolaşırken gözüme çarpan bu videoyu sizlerle paylaşmamak olmazdı. Tr altyazılı olarak videoyu düzenleyemesem de röportajı sizlerle paylaşmak istedim.

 

Kadın sunucu: Kpop yıldızı olmanın nelere mal olduğunu açıklayabilir misiniz? Eğitim koşullarının oldukça zorlu olduğu görülüyor. Sanki dünyaca tanınan bir atletsiniz ve olimpiyatlara katılacakmışsınız gibi. Günde 12 saat boyunca çalışıyormuşsunuz, doğru mu?

GD: 12 saat değil ancak günün büyük kısmı diyebiliriz. Ancak Kore'de zaten kurulmuş bir sistem vardı ( biz ünlü olduğumuzda) bu yüzden sisteme ayak uydurmaktan başka şansımız yoktu. Yeni bir sistem kurma fırsatına sahip değildik.

Taeyang: Aslına bakarsınız, 12 saat boyunca ders alarak çalışma olayı biz grubu kurduktan sonra oluşturulmuş bir sistemin parçası. Biz , bizden önce çıkış yapan grupları baz alıp, onlar gibi çalışıyorduk, bir bakıma şanslıydık. Lakin, günümüzde çıkış yapan gruplara baktığımızda  şirketlerin daha sistematik olduğunu söyleyebiliriz. Olaya bu şekilde bakınca da, böyle robotlarmışçasına eğitim alan şarkıcı adayların gerçekten başarılı olabileceğine dair soru işaretleri oluşuyor kafamda.

19 Ağustos 2016 Cuma

Dünyalar Çarpışıyor: W


Blogda yazı yazmayalı 3 sene oluyor. Yazmaya değecek bir şey bulamadığımdan değil ancak uzaklaşınca tekrar yazmak için cesareti toplamak zor oluyormuş. Buna rağmen öyle bir bölüm bitirdim ki, duygularımı  bloga taşımam gerektiğini düşündüm.

Yıllardır böylesine heyecanlandıran bir dizi izlememiştim. Ara verdiğim sırada ne yazılası diziler çıktı  (Kill Me Heal Me, Descendants of the Sun, Heirs gibi)  ancak hiçbiri bu kadar enterasan ve olay örgüsü  bakımından bu kadar iyi kurgulanmış gelmedi. Dizi izlerken genelde bir sonraki sahnelerde ne olacağını az çok tahmin ederken, bu dizide ben de her şeyi Kang Chul ile çözmeye çalıştım ancak onun kadar başarılı olamadım. Çoğu tahminlerde yanıldım ve bu da diziyi izlerken çok daha fazla heyecan duymama sebep oldu.

Aksiyonu,romansı ve komedisi yerli yerinde olan bu diziyi izlemek için beklemeyin derim ben. Bu arada Lee Jong Suk’un oyunculuğunun fazla abartılı olduğunu düşünen ben, bu diziyle beraber fikrimi 180 derece değiştirmiş buluyorum. Canlandırdığı karakteri başkasıyla düşünemiyorum bile.
Dizideki zıtlıklarda öyle kuvvetli bir çekim oluşturmuş ki beklemediğiniz yerden sizi vuruyor adeta.
Özet olarak konusu;
Çizgi roman dünyasına bir şekilde dahil olan kızımız, romandaki ana karakterin ilgisini çeker. Kahramanımız Kang Chul, kızımızı tüm sırlarını açığa çıkaracak bir anahtar olarak görür. Bilmediği şey kendisinin çizgi dünyada yer aldığıdır. Çizgi dünyada kendini bulan Oh Yun Joo ise severek takip ettiği bu çizgi roman karakterine fena halde aşıktır.


Her an ne ile karşılacağımızı bilmemek en sevdiğim tarafı oldu, tırnak kemirtecek kadar heyecanlı bekleyiş yaşattı bana. İki karakterin çekimi inanılmaz güzel. Normalde şapşal kadın başrollerine sempati duymam ancak bu dizide erkek karakterimiz ile öyle dengelenmiş ve senaryo öyle güzel kurgulanmış  ki hiç sırıtmıyor. Han Hyo Joo’yu bölye karakterler içinde görmeye hiç alışık olmadığım için sanki farklı birini izliyormuşum gibi geldi.İki oyuncuyu da yeni tanıyormuşum hissiyatı verdi.

Hiçbir bölüm finali hayal kırıklığına uğratmayan bu dizi bitince yerini doldurabilecek başka diziler çıkacak mı merak ediyorum doğrusu.

8 Eylül 2013 Pazar

İlgimi Çekenler...



Sonunda hakkında yazacak bir şey bulduğuma o kadar çok seviniyorum ki. Uzun zamandır Kpop ve Kdramlardan elimi ayağımı çekmiştim. Şimdilerde ise yavaş yavaş geri dönmekteyim.  Hakkında yazacağım da ilk yazı, izlemekten büyük zevk aldığım dizi  Master's Sun :)
 

Daha düne kadar ben So ji Sub’u sevmediğimi mi söylüyordum?  Onun hakkında ettiğim tüm lafları bir bir yutuyorum şu an. Allah’ım 10. bölümün etkisinden kurtulamamdan mı behsetsem yoksa So Ji Sub’u bana nasıl sevdirdiğinden mi?
 Bu diziyle bazı klişelerden kurtulmadık mı? Dobra dobra bir kızımız tuttu mu bırakmayan ( Kim Sam Soon ve Coffee Prince’i de sevme nedenlerimden), yavaş yavaş ona aşık olan erkek karakterimiz, işin içine hayaletler ve onların hikayeleri girdi mi tadına doyum olmuyormuş hakikaten.




Okuldaki Koreli arkadaşlarıma bu diziyi övüp övüp duruyorum ama izleyen biri bile yok. İzlemeye başlasalar da onlarla da azıcık kaynatabilsem. Bu diziye olan sevgimi dile her getirdiğimde ‘o kadar güzel mi’ diyorlar, ama bir türlü izlemeye vakit bulamıyorlar. Gerçekten bu sene izlediğim en eğlenceli ve en romantik dizi. OST’ları ise ayrı güzel. Bu son iki bölümde ağlamanın eşiğine geldim şarkıları duyunca.

Geçen hafta WIN programına bir göz atayım dedim bakmaz olaydım. Hemen ilk bölümden sardı, dahası YG’^ye içimden neredeyse küfürler savurarak izleyebildim. Hiç izlemeseydim performans videolarından iyi olana göre grup A ya da B’yi seçebilirdim ama şimdi, işin içine duygusallık girdi. İki bölümde de hüngür hüngür ağladım. A grubunda kızıla üzüldüm, B grubunda da malum üçlümüze. Hepiciği debut yapsa çok mu YG? Şunu söylemeliyim ki Kang Seun Yoon’u saymazsak şimdi ki favorim kesinlikle B.I. Böyle yetenekler beni hep çekmiştir zaten.

GD’min albümü mü çıkmış. Şu aylarda tam da KPop’a olan ilgimi azaltmıştım ki, biricik liderimin albümü çıkageldi. Hay Allah Coup D etat şarkısının sözlerini pek beğenmesem de melodisi kafamda dört dönüp duruyor. Gece yatarken, gündüz yürürken valla hoca kızmasa derste dinleyecek kadar manyağı oldum çıktım.

31 Mart 2013 Pazar

Blogum 2 Yaşında!


Blogumun 2. yaşını Cambridge'de kutlamak nasipmiş :) Koskocaman 2 yıl geçti, blog yazmayı bu kadar bile sürdüreceğimi düşünemiyordum umarım 10. yılını da kutlamak nasip olur :P. Yeni yaş ile beraber blogumun konsepti de değişti. Artık BB ile ilgili yazılarımdan çok kişisel yazılarıma da değinmek istiyorum. Bu yüzden yeni url adresim selinselhallerim.blogspot.com oldu. Umarım bu değişikliği çok fazla yadırgamadan adapte olursunuz. Bu değişiklik Bigbangseverleri korkutmasın çünkü onlar hakkında paylaşmaya değer şeyler bulduğum sürece paylaşmaya devam edeceğim.

Bugünkü Cambridge gezimden bir fotoğraf

Malum genç bir İngiliz ailenin yanında yaşadığım için evimizde parti hiç eksik olmuyor. Son ses bazen başımı ağrıtsa da - müzik dinlemeyi seven, ayrıca pop müzik duyduğunda gerektiğinde tempo tutup eşlik eden- biri olarak sanırım bu durum benim için ihtiyaç haline geldi. Ciddi söylüyorum, dışarı çıkmak için hazırlanırken, son ses müzik açıyorlar ve buna ben de alıştım artık her hazırlanışımda müzik açıyorum inanılmaz bir enerji ve mutluluk veriyor. Sanırım İngiliz ailemin bana kazandırdığı ilk alışkanlık bu!

İngiltere'nin havası mıdır beni böyle duygusal yapan bilemedim, duygusal parçalara sardım, Pink- Just give me your reason şu sıralar favori parçam.  Benim gibi romantik biri  bundan başka en çok neyi sevebilir, tabi ki Justin Timberlake'den Mirror'ı... Justin'in sesine kurban olayım, söylerken yaşıyor sanki gün boyu replay tuşuna basmaktan parmaklarım yorulsa da dinlemekten asla bıkmam :) Hala dinlemediyseniz, bu şarkılara bir şans verin derim :)

30 Mart 2013 Cumartesi

Neden Mi?


Neyi neden sevdiğimiz sorusuna cevap aradıklarına emin miyiz? Çünkü sıraladığımız sebepler görmezden gelinip sadece onu ne şekilde sevdiğimize odaklanılıyor?! Gerçekten insanlara Kore ile ilgili neyi sevdiğimi sıralamakran bıktım. Madem neden sevdiğimi sorguluyorsun, nedenini açıklamama izin ver ve senin de Kore ile ilgli olmasa bile başka şeylere takıntın olduğu durumları düşün ve kendini benim yerime koy. Çünkü Kore, Japon, Çin, asyalı olmuş..ingilizce şarkıları dinlediğim sevdiğim kadar onları da sevip dinlememe engel mi! Bu noktada, soru hemen şu oluyor… “ne dediklerini anlayabiliyor musun ki?!” “ Şarkı sözleri çevriliyor, klip denen bir şey var, çoğu şarkı kliple anlamlaşıyor. Dinlemişim, izlemişim ve beğenmişim gerisi boş…”

Benim anlamadığım şu, günümüzde çalan yabancı şarkıları dinlerken kaç kişi anlıyor! Dinleyip sevmeleri için sözlerini anlamak mı gerekiyormuş! Ooooo o zaman ülkemizde yabancı dil bilenlerin sayısı epey bir fazla :p Her yabancı şarkının da sözlerinin pek güzel olduğu söylenemez. Mesela alışveriş merkezinde Rihanna’nın S&M şarkısının çaldığını biliyorum. Hadi bakalım şu sözlerini anlayarak dinleyenler S&M eşliğinde iç çamaşırı alışverişinizi anlarım da yiyecek alışverişi yaparken sanırım duymayı isteyeceğim türden sözler içermiyor. Ya da düşünsene ingilizce bilen ailenin yanında şarkıyı mırıldanmaya başlıyorsun… (bu arada itiraf edeyim, bu şarkıyı seviyorum çünkü şarkıda düşüncelerini özgürce ifade etmesi şarkıya bağırarak eşlik etmeme sebep oluyor.)

Bir de birinin müziğini dinliyor olmam illa onu her şekilde kabul ediyor olmam anlamına gelmiyor – yaşam şekli, davranışları, giyim tarzı, görüntüsü ” -Ay bu ne kız mı erkek mi belli değil, lan şuna bak yaratık gibi-  yorumlar” bu yorumlarda kızdığım sevdiğim sanatçıyı bu şekilde aşağıladığı ve beni onu sevmekle suçladığı için değil, bu yorumu yaparken niye hiç kendi sevdiği sanatçılara bakmıyorlar, ben buna kızıyorum ya da senin sevdiklerin çok mu mükemmel ya da ben seni onu sevmekle suçluyor ya da yadırgıyor muyum?
Misal…
“Ay hani o çok sevdiğiniz her bölümü için ayrı değerlendirme yaptığınız HIMYM’ın Barney'si  var ya  aslında gay, onu nasıl sevip komik buluyorsun, ya da BBT’nin Sheldon’ı gay nasıl izlersin o diziyi” demek gibi bir şey! İster gey olsun ister değil, ben onun özel hayatını sorgulamıyorum yaptığı işi seviyorum oyunculuğunu, şarkıcılığını…

Kore dizilerini izleyişim neden sorgulanıyor onu da anlamış değilim. Birikmiş her dizi için eğer vaktin varsa izlemek için saatlerini harcarsın. Bu her dizi için geçerli, mesela Grey’s Anatomy izlemeye yeni başlamış biri 9. sezona yetişebilmek için bırak saatleri, günleri harcamak zorunda. Malum Amerikan dizilerinin sezonlar boyunca sürdüğünü biliyoruz…

-90210 izlemeye başladı. Hollywood gençliğini anlatıyor bakalım şimdilik iyi gidiyor…                                                                                
- Aa öyle mi? Ben de şuna başlamayı düşünüyorum..
-Yeni bir Kore dizisi izliyorum BOF. Koredeki zengin kesimin gençliğini anlatıyor                                                                                        
- Allah aşkına saçma salak şeyler izlemeyi bırak, çocuk musun sen!


BUNLARIN HEPSİ BİRBİRİNE BENZİYOR
Bunlar ikiz, birbirine benzemesi doğal yaneeee!
İşte bunu söyleyecek kadar dar zihniyetliyiz! Tamam başta seçememen doğal da onlar da insan biliyon de mi! Anam çekik lan o işte deyip atıveriyon bir de onlara sempati duyduğumuz için uzaylı biz oluyoz!  Çünkü onların yaptığı müzik uzaylı ezgisinden oluşuyor, yaptığı diziler konusu eşi benzeri olmayan abidik gubidik ömründe göremeyeceğin saçma şeylerle dolu.. misal aile sevgisi de neymiş, yok anam zengin fakire tekme atıyor dizide, gerçek hayatta böyle şeyler yok. OO koreliler dışında hiç kimse işlemiyor bu konuyu biliyon mu! Kore dizilerinin içeriği aklının almayacağı şeylerle dolu. O yüzden neden seviyorsun diye sorma!
Çünkü ben ömrümde Kore dizisi ve müziğinin varlığından başka bir şey bilmiyorum. Aynı konuları onlar ilk defa işliyormuş gibi izlediğim seyrettiğimden benim için bulunmaz fırsat. Bu yüzden günü boyu Kore takılıyom! ( Umarım okuyanlar buradaki kinayeyi anlıyorlardır:P )

Zaten ömrümüz Amerikan film, dizi ve müzikleriyle dolu. Bu yüzden bunlar olağan daha fazla üstünde durmanın ne gereği var ama Kore izleyen, dinleyen küçük bir grup olarak birazcık da aynı şeylerin işlendiği ama farklı olarak Koreliler tarafından yapılmış bu yapımları konuşmak bu kadar mı korkunç, gereksiz ve uzaylı geliyor size!


“Dinlediğim müziği yadırgarken, melodiye bak, sözlerinin çevirisini incele, koreografisini anlamaya çalış. Eğer hala saçma buluyorsan o zaman saygı duyarım. Çünkü beni yargılamadan önce en azından neyi yargılayacağını biliyorsun demektir!”



*Kore dizisi için de örnek vermek istediğim dizi Muhteşem Kraliçe. Tarihi bir dizi. Saraydaki oyunları,  taht savaşlarını anlatıyor. Ama oyunlar öyle şunu zehirleyim ölsün şeklinde değil. Gerçekten o zamanın koşullarınızı düşünmenizi sağlayıp sonucunda hayretlere bırakacak cinsten. İyi ve kötü ayrımın olmadığı içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, yaptıklarını sorgulayıp çoğu zaman kızsanız da hak verdiğiniz karakterlerle dolu. Gerçekten uzak ya da yakın bunu bilemem ama izleyip de beğenmeyecek bir kişi var mıdır merak ediyorum ( Bakış açısındaki engellleri kaldırdıktan sonra)

*Haaa aklıma gelmişken koresever diğer grupların fanlarına kafa tutmuyor. İçinde ergen ruhu olanları JB fanları gibi düşün. İster Koresever olsun ister olmasın ergenler hep var olacak ama bütün Kore Müziği dinleyen bu sınıfa dahil etmek işte bana kalırsa asıl bu çılgınlık!

Genelleme yapmaya kalkıyorsanız eğer, sorularınızı seçtiğiniz bir gruptan değil de her kesimden insana sormaya yeltenirseniz sağlıklı cevaplar alacağınızı ve onun bir genelleme olduğunu unutmayınız. Ötekisi sadece o grubun düşünceleri yansıtmak olur.

17 Mart 2013 Pazar

Görmeden İnanmam (Londra Gezisi)…

Harrods'da bulunan Princess Diana Memorial
Bu hafta sonu Londra’ya gitmek ile gitmemek arasında kararsız kalmıştım. Çünkü yapılmış bir plan yoktu ama sonunda Arap arkadaşım Marwa’nın gazına geldim ve cumartesi günü sabah 9’da kendimi Cambridge istasyonunda buldum. Ben zannediyordum ki onun okulunun düzenlediği bir gezi bu. Yok anacım sadece ikimiz gidiyormuşuz bir de onun okulundaki Arap arkadaşları… Neyse benim için farketmez dedim nasıl olsa amacım Londra’yı görmek…

İngiltere’ye gelmeden önce bir sürü şey hakkında tavsiye dinledim, bunlardan biri de Londra’ya gitmek istersen otobüsü kullan treni değil, idi. Nedeni ise pahalı olması. Ama biz arkadaşımla bu tavsiyeye uymadık ve treni tercih ettik, sebebi ise aldığın bilet hem gidiş-dönüş bileti hem de gün boyunca metro kullanmanı sağlayan bir bilet. Sanırım otobüs ile gitsem ve Londra’da gezmek için metro kullansam aynı fiyata denk gelecekti, tren 30-35 dakikada Londra’ya vardığı için çok daha cazip gelmiyor mu kulağa:) King’s Cross istasyonuna vardığımızda ağzım kulaklarıma varacaktı. Harry Potter hayranları iyi bilirler bu istasyonu, 9 3/4 platform yolcuları kalmasın…  O heyecan ile fotoğraf çekemedim ama arkadaşım çekti, daha sonra alacağım ondan resimleri. Belki bir daha ki gidişimde bol bol fotosunu çekerim bu istasyonun.

Harrods

Knightsbridge

Resim yazısı ekle
King’s Cross’u doya doya seyretme imkanım olmadı çünkü arkadaşlarla Knightsbridge’de buluşacaktık. Tabi ben oranın nasıl bir yer olduğunu bilmediğim için King’s Cross’u doya doya seyretmeme izin vermeyen ve beni aceleye getiren arkadaşıma içten içten kızıyordum. Metrolar arasında aktarmalar yapa yapa Knightsbridge’e ulaştık. (Aslında King’s Cross’tan Knightsbridge’e direk metro vardı ama biz buluşma yerinin London Bridge olduğunu zannediyorduk o aralar :P) Bu arada arkadaşım da bana “orada Harrods diye bir mağaza var bayılcaksın, çok popüler” diyordu.  İstasyonun hemen yanındaydı mağaza ve yeraltının verdiği sıkıntıyı, Harrods’ın görüntüsü alıp götürdü. Görür görmez büyülendim. Kimileri için lüks markalardan oluşan seçenekleriyle vazgeçilmez bir yer olabilir ama benim için öncelikle mimarisi ve dekorasyonu büyüleyiciydi. Ben yedi kapısını gördüm, belki daha fazla da kapısı olablir. Her kapısında üniformalı görevliler mevcuttu ve çalışanlar tarafından müşterilere yapılan muamele ile insan kendini prenses gibi hissediyordu burada.

London Bridge

Dış mimarisi kadar iç mimarisi de göz alıcıydı. Kalabalık olmasaydı da her kareyi fotoğraflayabilseydim:/ Yine de elimdekiler de hiç fena sayılmaz :D Kıyafetler, ayakkabılar derken en çok Parfüm bölümü beni etkiledi. Öyle bir dekore etmişler orayı, sanki sergiledikleri parfüm değil de mücevher… Hepsini istiyorum diye geziyordum ortalıkta o derece… Yazıya dökmek yerine fotoğraflar anlatsın buranın güzelliğini :)
Arkadaşlar Harrods’dan beni koparabildikten sonra ikstikametimiz London Bridge oldu. London Bridge’i göreceğim diye heyecanlıydım ama binaların güzelliğiyle öyle büyülenmişim ki arkadaşlar London Bridge’e geldik dediğinde önce bir şaşkınlığa uğradım :) Tabi London Bridge’i uzaktan seyrettik (günü heba etmemek için) ama olsun uzaktan bile öyle muhteşemdi ki, nerenin fotoğrafını çekeceğimi bile bilemedim, herşeyi güzeldi.

Hyde Park

Sıradaki durağımız için fikri ben verdim, Hyde Park. Histarocal Romance’larda o kadar çok adı geçiyor ki. Hayalimde canlandırdığım Hyde Park’ın gerçekte nasıl olduğunu ölesiye merak ediyordum. O yüzden görmek için en çok heyecanlıdığım mekan buydu. Belki en etkileyicisi değildi ama kesinlikle gittiğime değdi. O kadar büyük ve güzel bir park ki, bulutlu ve yağmurlu hava bile bu güzelliği söndürmeyi başaramadı. Parkın içinde dolaşırken kitaplardaki sahneleri canlandırmaya çalışıyor ve kendi kendime mutlu oluyordum. Arkadaşlar bir şeyler söylüyor ama ben kendi dünyama çekilmiş parkın büyüleciğini kendimce yorumluyordum. Bu arada ünlü markaların mağazalarını barındıran Oxford Street’i de gördüm ama fotoğraf çekmediğim için onun hakkında yazmayacağım. Bunun sebebi birazcık da Knightsbridge'i Oxford St.’den daha çok beğenmiş olmam :P

Big Ben Tower
Hyde Parktaki bir saatlik –belki de iki, hatırlamıyorum- gezimizin ardından gecenin karanlığında gezilmesi gereken yere, Big Ben’e doğru yola çıktık.  Big Ben en az fotoğraflardaki kadar muhteşemdi. Elimdeki fotoğraf makinesini kullanmayı beceremediğim – gece moduna ayarlayamadığım- için fotoğraflar güzel gelmeyebilir ama şaşkınlığıma verin böyle manzaralarla her gün karşılaşmıyorum ki ben de. Big Ben ve London Eye zaten çok yakınlardı gözlerim ikisi arasında mekik dokurken düşünemiyordum. Şaşkınlık ve mutluluk birbirine karışmıştı. Gözlerim akan trafiği hatta kalabalığı bile görmüyordu. Dayadım kolanlara dirseğimi ve Big Ben ve London Eye’ı uzun uzun seyrettim ve onca seyahetinin ardından eve dönme vakti geldi.




Big Ben

London Eye


14 Mart 2013 Perşembe

Kaçınılmaz Son…

İngiliz ailesinin yanında yaşamanın kaçınılmaz sonu… kilo almak. Kime ne yediğimden bahsetsem en az 6 kilo alacaksın cevabıyla karşılaşıyorum. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bu tespiti yapıyorlar, haliyle bu da söylemlerini güçlü kılıyor. Neden mi kilo alıyoruz? Çünkü önümüze konulan yemekler donmuş yemekler… yani patates kızarması, nugget falan ya da makarna.. ! hafta boyunca döngü biçiminde yediğim yemekler bunlar. Sonunda isyanımı dile getirdim ve Elaine’e söyledim o da bana sebze yaptı. Gerçi yine donmuş sebzeleri mikrodalgada ısıttı ama olsun sonuçta sebze ya.
Bu durum beni öyle korkuttu ki,  şehir merkezinden okula yürüyerek gidiyorum kilo almamak için- hızlı adımlarla yaklaşık 15-20 dakikalık yol- Yani günde en az 30 dk yürümeye çalışıyorum ki bu soğuk havada inanın ki bu bir başarı.

Soğuk memlekete bilerek gittin niye şikayet ediyorsun diyenleri duyar gibiyim. Ben Türkiye’de de Eskişehir’de yaşamış insanım ( orayı da soğuk memleket diye tasvir ederdim) buraya gelince soğuğu o kadar da hissetmem diyordum. Ama buranın soğuğu öyle böyle değil, ne botlar ne kabanlar seni koruyabiliyor. Ben böyle düşünürken çorapsız babet ve incecik tayt ile dolaşan İngiliz kızlarını gördükçe psikolojik olarak daha da üşüyorum :P Hele ki cumartesi günü soğuk hava yüzünden yorganın altından çıkamadığım o havada Elane’in kolsuz tişörtü ile dolaşması ile gözlerim yuvalarında çıkacaktı neredeyse ( Kaloriferlerin kapalı olduğunu söylememe gerek yok sanırım) Gerçi evin içindeyiz belki bir nebze normal sayılabilir bu durum. Ertesi gün kar yağarken, sadece kısa kollu bir tişört giymiş çocuk, sen insan mısın? ( Ne bir mont, ne bir hırka hiç bir şey yok, sadece bir tişört) O gün soğuktan dişlerim birbirine çarpıyordu yahu.
Eğer şu sıralar İngiltere’ye yolunuz düşüyorsa valizinizi bulabildiğiniz en kalın şeylerle doldurmanızı tavsiye ederim. Gerisi boş…

9 Mart 2013 Cumartesi

İngiltere Maceraları (Cambridge’deki İlk günün anısına)



İlk defa yurt dışına çıkan biri olarak ilk günüm hakkında anlatacak çok hikayem olması gerekirdi sanırım. Ancak varsa bile bu kafayla nasıl yazarım bilmiyorum.
Üstünkörü çekilmiş Cam River Fotosu
Üstünkörü çekilmiş Cam River Fotosu
Bugün şunu fark ettim, ne kadar araştırırsan araştır yine de bocalama yaşıyorsun. Tabi ki bu bocalamayı yurt dışında yaşamak normal de benimki daha Türkiye’de oldu yahu. Çantamdaki peynirin ne olduğun anlayamayan güvenlik yetkilerinin açıp bakması ve adımı deftere yazmaları beni önce bir panik yaptırdı.  Hee sonra bir şey oldu mu diye soracaksanız, yok olmadı. Hatta iyi yolculuklar Selin hanım falan dendi de, arkadaş beni giderayak panik yaptırdınız o halimle zorla peyniri sıkıştıran ailemden hıncımı çıkarttım o oldu.
Hani derler ya uçak sallanıyor ama sakın korkma diye, insanın korkacağı yoksa bile bu laflarla panik oluyor. Ama ben kendimi öyle moda sokmuşum ki, otobüs yolculuğundan daha rahat geçti yolculuğum( tabi zırt-pırt yerinden kalkıp beni rahatsız eden yolcuları saymazsak)
Uçak yolculuğu iyiydi iyisine de gümrük en çok endişelendiğim noktaydı. Uçaktan indik, gümrüğe gideceğiz, tabelalara bakarak yola koyuldum, sonra baktım herkes toplanmış, önümüzde dört kapı var. Kapıların üzerinde bir sonraki tren 2 dakika sonra burada olacak yazıyor. Haydiiiiiiiiii ne treni ya, ben daha bavulları alcaktım, yanlış mı geldim nereye götürüyonuz beni modlarında dolaşırken, yaşlı bir çift vardı, baktım onlarda buraya daha önce gelmiş havası vardı, gümrüğe tren ile mi gidiyoruz dedim, onlar da evet dediler. Sonra tabi her zamanki hikayeler, niye geldin, nerelisin, yolumuzun üstüyse seni de bırakalım, bizi takip et aman kaybolma.. Tatlı bir çiftti ama  gümrüğe geldik onlar avruğa birliğine bağlı olan vatandaşlıklar sırasına girmez mi! Ben o telaşla onlara bir hoşçakal demeden diğer ülkelerden gelen vatandaşların gümrük işlemlerinin yapıldığı yere gittim.
Fallowfield'e Hoşgeldiniz :P
Fallowfield'e Hoşgeldiniz :P
Landing card’ı doldururken benim el titre,titre nasıl heyecanlıyım siz düşünün. Neyse biraz bekledikten sonra gümrükten kolayca geçtim. Sıra geldi çıkışa yönelmeye… bir kapı var ama üzerinde avrupa birliği vatandaşları için yazıyor… şimdi TR, “diğerleri” kategorisine girdiği için arıyorum, tarıyorum başka kapı da yok, hadi bismillah derken çıktım ve karşılamaya gelen ingiliz ama dünya tatlısı birini görünce keyfim yerine geldi. Yolları seyrederken, Londra’dan Cambridge’e olan yolculuğum nasıl geçti hiç anlamadım.

Kalacağım ailenin yanına geldim, yol yorgunu konuşmaya dinlemeye halim kalmadı- ama zaten evdekilerde çok fazla zaman ayıramadı, dışarı çıkmaları gerekiyormuş- Bana uyar zaten ben de uyumak istiyordum, o kadarki 8 saattir yemek yemedğim halde yemek yer misin sorusuna hayır dedim. Neyse geçtim odaya uyucam, uyuyamadım soğuktan. Giderken kaloriferi de kapatmışlar. Sonradan anladım ki buradaki herkes öyleymiş. Gece kaloriferler kapalı… Buz gibi bir sabaha gözlerini açıyorsun…

18 Ocak 2013 Cuma

“Seungri ah, seni çok seviyorum.” (Shout Out to the world kitabından)


Tv programı ve akademi için elemeleri geçtikten sonra, aslında hiç kimse olduğum gerçeği ile yüzleştim ancak bu birazcık da haksızlık gibi görünüyordu. ( Bu cümleden anladığım>>>>yarışmalara katıldığı için kendini birazcık daha üstün görmüş ancak YG elemelerine katılınca aslında diğerlerinden farklı bir muamele görmeyişine yakarıyor) YG’ye katılmamla birlikte, önceden dünya üzerindeki çok az sayıda kişiyle irtibat halinde olduğum gerçeği dank etti ve bir an boşluğa düştüm. ( Kendi dünyasının çok küçük olduğunu ve yeni yeni şeyler keşfettiğini söylemeye çalışmış.)

Eğitim sürem boyunca, ses kaydım tutuluyordu ve bir gün Başkan Yang beni görmeye geldi.
“Kaydını izledim. Yeteneğin var gibi…acaba Jiyong ve Youngbae’yi tanıyor musun?”
“Ah? Ah…tanıyorum.”

“Jiyong ve Youngbae  6 yıl boyunca şirketimizde eğitim aldı ve seneye grup olarak çıkış yapacaklar. İnanılmaz yeteneklere sahipler. Bana göre senin şarkı söyleme kabiliyetin 50 puan, dans kabileyetin de 50 puan ancak yeteneklerini geliştirebilirsin. Çalışmalara yarından başlayarak, ikisini de 100 puan yapman mümkün.”

Aslında, o abilerin kim olduklarını bilmiyordum ama başkanın benden beklediği cevabı vermem gerektiğini düşündüm. Tabi ki, onların ne kadar yetenekli ve muhteşem olduklarının da farkında değildim o zamanlar. “İnanılmaz Yetenek”in ne olduğunu idrak ettiğim zaman, eğitim sürecim de başladı.

Kabiliyetlerimizdeki farklar çığ gibiydi. Şarkı söyleme, dans etme, kişilikler… hiçbiri karşılaştırılabilcek türden değildi. İyi olan sadece  uzun süredir eğitim gören Jiyong hyung ve YoungBae Hyung değildi, YG’ye benim ile aynı zamanda girmiş olan diğer abiler de en az onlar kadar iyiydi.  Daesung hyung’un takdire şayan kişiliği ve pozitif bakışı vardı. TOP’ın orta derecedeki kısık sesi ve rap yeteneğinden pürüzsüz sesine kadar her şeyi harikaydı. Diğer kulvarlarda da benden kat ve kat iyiydiler. Benimse takdir edilecek şeyim maknae oluşumdu! Özsaygınlığım bundan ibaretti.

Sonuçta, YG  Hip-hop tarz müzik yapmasıyla bilirdi ve benim o türden anladığım pek söylenemezdi… Grubun üyeleri müzik hakkında konuşmaya başladıklarında konuya dahil olamıyor ve sonunda kendimi Hip Hop dinleyerek buluyordum. Gün boyu YG şirketinden çıkan Hip Hop parçaları  dinliyordum ancak bu müziğe ömrüne vermiş olan onlarla, benim aramda dağlar kadar fark vardı.

İnsan bir kere önyargıya vardı mı , fikrini değiştirmek kolay olmuyor. «Battle Shinhwa»yı izlemiş olanlar, şarkı söyleyişim yeterli olmadığı için performansımı yarıda kesmiştim. Bu davranışım insanlar üzerinde kötü bir izlenim bıraktı. Bir gün Se7en hyung ile yemek yerken bana şöyle dedi,
“Neden YG’yi seçtin?”
“Burada olmak istediğim için burdayım.”
“Gerçekten mi?”  (Sanırım burada gerçekten şarkıcı olmak isteyip istemediğini sorguluyor)


SE7EN hyung'un bana inanmadığını görünce çok üzülmüştüm.  Şimdi bu durumu çözmüş olsak da o zamanlar, daha iyisini yapmayı bilmeyen çocuk gibi hissediyordum. Performansım çok iyi değildi ancak insanların ne kadar çok çabaladığımı görmeyişi beni çok üzüyordu. “ İnsanlar benim hakkımda bu kadar net bir yargıya sahipken başarma olasılığım ne?  Fikirlerini değiştirmem mümkün mü?”  Bu durum benim için sinir bozucu bir hal almaya başlamıştı. “ Suçun bende olmadığını anlamaları için ne yapabilirim?”  Öyle depresif hissettiğim zamanlar oluyordu ki uyuyamıyordum
.
Bu fırtınalı zamanlarda, «BIGBANG Debut Documentary» kayıtları başladı. Kaydın yapıldığı her gün, meydan muharebesi gibiydi.
Üstelik, her hafta Başkan Yang raporunu herkesin önünde açıklıyordu. Performans sonucumun her defasında en düşük çıkması çok küçük düşürücü bir durumdu. Hatta bir keresinde 100 üzerinden 7 puan almıştım. Ruh halim hiç iyi değildi ve performansım gittikçe kötüleşiyordu. Kendimden nefret ettiğim için Tanrı’ya yalvaramıyordum bile.

Ancak, bir süre sonra depresyondan kurtuldum. Zorluklarla karşılaştığında ne yapacağını bilemeyen insanlar yenilmeye mahkumdur. Kararlıydım. Önce kendimi sevmeyi öğrenmeliydim. Daha kendimi sevemezken, inanların beni sevmesini nasıl bekleyebilirdim? İnsanların onayını almadan önce  içimdeki hazineyi ve yeteneği keşfetmem gerekiyordu. Kendimi geliştiremediğimde ya da hata yaptığımda kendime şunu söylüyordum,
“Seung-hyun ah, sorun değil. Tekrar dene.”
Şimdi bile, kendime mırıldanmayı sürdürüyorum  “Seungri ah, seni çok seviyorum!” Çoğu kişiye aptalca gözükse de, bana kattığı şey paha biçilemez. Üzücü ruh halinden çıkarıp kendime güvenmemi sağlayan silahım.

Başarı ve yeteneğe sahip olanlar doğal olarak özgüvene de sahip olurlar. Ben özgüvenimi kazanmak için şafak sökünceye kadar çalışma odasında pratik yaptım, her boş zamanında şarkı söyledim. Yaptıklarım takdir edilmediği sürece özgüvene sahip olmanın da anlamı yoktu.
Ne kadar kararlı olursam olayım, zorluklarla yüzleştiğim zamanlar da oluyordu. Şöyle ki Jiyong hyung yaptığı şarkıları dinletir, Youngbae dans ederken ne kadar yakışıklı olduğunu gösterirdi. Ne zaman yenik hissetsem kendimi sorgulardım.

“Ben neden bu kadar iyi olamıyorum?”

Doğru söylüyorum,  neden insanların yapabildiklerini ben yapamıyorum diye isyan ederdim. Yeteneğimdeki boşluğu çok çalışmayla doldurabileceğimi düşündüm. Eğer çok çalışma da işe yaramazsa o zaman çok daha fazla çalışırdım.
Büyüleyici yeteneklere sahip değilim. Şarkıcı olarak, doldurmam gereken daha bir çok boşluk var. Öyle bile olsa pes etmeyeceğim. Çok çalışmaya devam edeceğim ve kendimi hep seveceğim!
via jwalkervip@tumblr
Çeviri bana aittir, izinsiz paylaşmayın lütfen.

Uzun zamandır BB ile ilgili yazı paylaşmıyordum ve senenin ilk yazısı da SeungRi’nin ağzından olsun istedim. İlk okuduğumda çok etkilenmiştim. Sanırım BB üyeleri içinde en içli yazan o…
MyFreeCopyright.com Registered & Protected